Küçük Sırlar Fan
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Martı Pisliği

Aşağa gitmek

 Martı Pisliği Empty Martı Pisliği

Mesaj tarafından lord35 Paz 08 Ağus. 2010, 01:58

Şu küresel dünyada her canlıyı Aristo ve Linnaeus sayesinde rahatlıkla bir kategoriye indirgeyip inceleyebiliriz. Mesela nedir efendim insan, efenim insan; hücrelerdeki viskozitesi düşük stoplazmanın içinde kafasına göre takılamayan, mansabında su sızdırabilen ama sadece iradeli geçirgen karyoteka ile çevrili ayrıca içinde DeNeA barındıran nükleusa sahip ökaryot çok hücreli, memeli canlıdır. Amma ve lakin bu bilgilerin ışığı altında Ruhi’yi parçalayıp analiz ettikten sonra bir daha sentezlemek mümkün değildi. Ruhi daha doğmadan önce, eliptik yörüngesine oturması için gerekli v0 kaçış hızı ayarlanamadığından konikler içinde istemeden hiperbolü kendine yoldaş seçmiş başlangıç noktasına bir daha asla dönemeyecek, evrendeki sonsuz boşluklar içinde yüzen, yıldızlar arasında slalom yapan ve de nereye varacağını bilemeyen, hani uçurumdan düşüpte bir türlü yere çarpamadığımız rüyalarımızdaki gibi zamanı sonsuza götürüp,
limitte uyansak bile hızımızın sıfır olmadığı, anafordaki bir yapay uyduyu andırıyordu.

Ruhi yi uzaktan izlerken ve kendimi kasıp, onu benzetmeye, bir gruba sokup incelemeye sonra tanımlamaya çalışırken aklıma geçen yüzyıl kahvehanede tek başına dama oynayan -hala hayatta mıdır bilmem-yaşlanmış adam geldi. O yaşlı adamı izlerken de aklıma Zweig’in Satranç romanındaki mahkum gelmişti. Mahkumu bir hücreye kapatıyorlar; hücresinde sadece bir tahta masa ve sandalye bir de yatağı var o kadar. Can sıkıntısı içinde günlerini geçirirken aklına masanın üzerindeki kareli örtüde satranç oynamak fikri doğuyor. Ona getirilen tabildot içindeki ekmeği hamur yapıp satranç taşlarını oluşturuyor ve kendi kendine satranç oynamaya başlıyor. Ne kadar saçma değil mi? Satranç tek kişiyle mi oynanır? Karşındakinin en iyi hamlesinin ne olacağını da düşünerek, onu devirecek kendi en iyi hamleni hesap etmektir satranç. O zavallı mahkum bu iki kişilik oyunu mecburiyetten tek kişiye indirgemiş ve kendine rakip olmuştu, kendi kendisiyle mücadele ediyordu. Kazansa bile kaybedecek olan ve kaybetse de kazanacak olan aynı kişiydi. Bunları düşünürken, damaya kendini kaptırmış ihtiyar adam elindeki taşla öylece diğer taşların üzerinden dolaşırken oyun bitti. Ardından bastonuna dayanarak kahvehaneden çıkıp topluma karışarak kayboldu.

Ruhi ise hala gözümün önünde orada bir elinde şarap şişesi tek başına deniz fenerinin karşısına geçmiş, uçmaya çalışır gibi dans ederken akortsuz sesiyle gökyüzüne bir şarkı höykürüyordu. Neyseki toplumsal duyarlılığı olan bir martı Ruhiye karşı salvo yapıp bu tek kişilik orkestrayı darmadağın etti. Ruhi ağzını şarapla yıkamaya çalışırken bir yandan da büyük bir ihtimamla martı familyasına sövmeye gayret gösteriyordu. Durumdan haberi olanlar var mı diye etrafına bakındı. Etrafta kimse yoktu bir ben vardım, olayın her saniyesine tanıklık etmiş, şahit olmuştum. Ruhi de bunun farkında idi:

---Gördün di mi şu pis hayvanın yaptığını…

Mahkeme çoktan kurulmuştu, vaka yargıya intikal etti, süreç işlemeye başlamıştı bile ve oturduğum kaya birden tanık sandalyesi oluverdi. Bütün martılar şüpheliydi hepsi sanıktı: Ruhi ise zavallı bir mağdurdu, çok uluslu şirketlerin ya da CFR’ ın tuttuğu bir martı tarafından konserine sabotaj düzenlenen, ağzına …. bir mağdur, gözü yaşlı bir mazlum. Ruhi suçlunun bir an önce bulunmasını adaletin tecelli etmesini istiyordu ve bu konuda yargıya güveninin tam olduğunu belirtti. Suçluyu nasıl yakalayacağımıza dair hararetli bir münakaşaya giriştik. Nihayet Ruhi’nin aklına hepimizi (ikimizi) şaşırtan bir fikir geldi ve bunu daha önceden nasıl düşünemedik diye hepimize kızdık:

---Eureka! Bak şimdi cebindeki cep telefonuyla havadaki bütün martıların fotoğraflarını sen çekersin ve çıktısını alıp bana getirirsin masamın üzerine bırakırsın ben oradan suçluyu tespit ederim. (Sonra hayıflanarak) Cık cık! Bunu ben neden daha önce düşünemedim ki? O kadar vakit kaybettik.


Müthişti. Asıl müthiş olan şu idi ki -mi yoksa şudur ki mi her neyse- artık çaresiz kalan biz insanlar kendimize sunulacak en saçma sapan fikirlere bile kurtarıcı gözüyle bakıp o fikri ve fikir sahibini kutsayabiliyorduk ve bu fikir çoğu zaman çaresiz kişiden çıkıyordu Bu yüzden fikir hürriyeti herkese verilmemeliydi. Çaresiz alanlarda fikir yasağı konulmalıydı.

---Hımm gerçekten çok parlak bir fikir. Evet ben de bunu daha önce düşünmeliydim (senden daha mı geri zekalıyım) Ama ne gerek var ki çektiğim fotoğrafların çıktısını alıp sana getirmeye telefondan bakarsın işte.

Ruhinin gözleri aydınlandı

---Bravo işte zeka diye buna derim. Yalnız bir sorunumuz var, şimdi bu martılar havada uçuyor, bir yere konuyor dönüp dolaşıp yine havada uçuyor. Aynı martıyı defalarca çekebilirsin ve maalesef belki de benim a. s. martı bir daha uçmayabilir bir evin çatısında gizlenebilir.

Ruhi birden karamsarlığa gömüldü. Yeni bir çare üretmek için çenesini tutarak etrafında dönmeye başladı. O an bu fotoğraf işinin pek parlak bir fikir olmadığını hissetmeye başlamıştım, fakat bu umutsuzluğumu, suçlunun bir an önce kanatlarının kesilip komodo kertenkelesinin önüne bırakılmasını isteyen mağduru hayal kırıklığına uğratmamak için, daha parlak bir fikir bulana kadar, gizlemeye karar vermiştim. Oturduğum kayadan kalktım, kalkmamla beraber üzerimden büyük bir tekil yük kalktı ve kendi kendime ben ne yapıyorum dedim. Çok saçma sapan bir olayın içersine sürüklenmiştim, sürüklenmekten de kötüsü kendim kulaç atarak zorla ve hevesle anafora yaklaşmıştım. Ters yöne kürek çekerek olay mahallinden biraz uzaklaştım.

Bana ne idi Martı dan. Zavallı martı her zaman ki mutat davranışlarından birini sergilemişti, gelip özür mü dileseydi bu sevimli Hayvan, Ruhi den ve suçundan haberi bile yoktu, gökyüzünde aval aval dolaşıyordu. Hem diyelim yakaladık ne yapacaktık bu Martıyı, nasıl Larus toplumuna kazandıracaktık tekrar. Zaten burada suç martının bile değildi? Martılar bu yüzden suçlanamazdı. Martıları kendimize benzetemezdik onlar bu alemin çeşitliliğiydi, farklı renkleriydi gökkuşağının. Martılar her bulduklarını yeseler de plastik yeyip ölseler de Ruhiyi kirletseler de hepimiz Martıydık hepimiz bembeyazdık, uçuyorduk. Gökler bizimdi. Göktürkler ilk defa Türk adını kullanan ve bunu taşlara kazıyan Türk devletidir. Üstte gök basmasa, altta yer delinmese, Türk milleti, ilini, töreni kim bozabilecekti? Oysa Ruhi çok bozulmuştu, bir suçlu bulup tüm günahlarını yükleyecek bir Martı nın peşine düşmüştü ve ben de ona yardım ve yataklık ediyordum. Hayır suç Martının değildi? Suç o an o koordinatta bulunan Ruhi de idi. Evet suçlu Ruhi idi ama bu Ruhi kimdi? Benim vazifem Ruhi’nin yitirdiği hüviyetini yeniden çıkartmaktı: Ruhi deniz seviyesinde 1 atm basınç altında üzerine mütemadiyen hırçın dalgalar vuran bu sayede yüzeyi mutualist yosunlar tutmuş ve daha sonra ona tutunan bu yosun balıkçılar tarafından kırmızı yanaklı barbunu tavlayacak travla bulmak umuduyla spatula ile yüzülerek yine çırılçıplak kalmış, karanın sonundan az ilerdeki sessiz sedasız ve de devinimsiz martıların pislettiği bir kayaydı belkide.

Ruhi beni işitmiyor ve dönmeye devam ediyordu, o dönerken daha önce nasıl oldu da fark edemediğim kravatındaki leke dikkatimi çekti; bu o martının bıraktığı bir iz hatta bir imza olmalıydı. Kareli gömleğine bir şey olmamıştı üzerinde ne güzel satranç oynanırdı:

---Muharrem Sinan Tarhanacı, Muharrem Sinan Tarhanacı..

Karşımda oturan Ruhi

---Beyefendi sizi çağırıyorlar galiba dedi.

---Ne zaman beyefendi olduk yabancılaştık dostum Ruhi kalbimi kırıyorsun, ben Muhsinim Muhsin.

Ruhi şaşırdı ben de şaşırdım

---Adımı nerden biliyorsunuz? Ayrıca siz Muharrem olmalısınız.

Aklım başıma geldi kapının üstündeki dijital göstergede benden bir sonraki hatta en sondaki adamın adı Ruhi Şen idi ve ben sondan ikinciydim.

--Hay aksi doğru ya bana da herkes Muhsin der birden yabancıladım, göstergede gördüm isminizi ordan tanıyorum sizi. Memnun oldum

---Muharrem bey hanginiz? Karar verin artık.

---:Ben de memnun oldum.

---Benim hanımefendi geliyorum.

Kalkıp odaya girdim ambalaj kutusundan Martıyı çıkardım…Baytar uzaktan Martıyı inceledi. Birkaç soru sordu ama cevap alamadı. Kulak burun Boğaz servisine götürün benim yapacağım bir şey yok dedi.

Saat 2’den beri- ki saat şimdi 5 e 15 vardı-demek dışarıda baytarın bir şey yapamıyacağını öğrenmek için harcamıştım. Ne demeliydim, Alain’in öğütlediği gibi sahte de olsa nezaket kurallarına uyup teşekkür mü etmeliydim? Hayır bu teşekkürü baytarın kafasının üzerinde ellerimle sıktığım Martı yapmalıydı ve odadan hafifleyen Martımı alıp çıktım. Alayına sövdüm. Masanın üzerindeki dergilere, gazetelere, duvardaki Tv ye, boş oturaklara ve Ruhi ye son kez bir daha baktım. Ruhi Şen ortalıkta gözükmüyordu. Çok da umurumda değildi, dışarıda Martı’yı da serbest bıraktım uçtu gitti. İshal olmuştu bu Martı bilemeyecek ne var. Yok kulak burun boğazmış yok psikolojik destek verilmeliymiş yok üremeliymiş. İshal olmuş bu Martı ishal!! Gitsin, varsın nereye s… s….. Gömleğime baktım temizdi. Çok şükür.

---Şah ve mat !!!
lord35
lord35
Admin
Admin

Mesaj Sayısı : 1785
Kayıt tarihi : 05/08/10
Nerden : izmir

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz